Halbuki Aşk…

İskender Pala’nın muhteşem hayal gücünden ve dahi “Babilde Ölüm İstanbulda Aşk” kitabından ilhamla yazılmıştır.

Keyifli okumalar.

Esra.

_________________

Bir kitap olsan… Minik minyatürlere ek kenara kocaman desenlerle bezenmiş bir lale mi olsun isterdin kapağında yoksa boynu ince belinde taşıyamadığı derdi üstlenmekten bükülen bir karanfil mi? Başka bir seçenek mi istiyorsun yoksa? Hayat bu seçeneği sunuyor mu ki sana ben de sunayım? Ya başı dik emrolunduğu gibi dosdoğru olan insanlar ya da ruhu bulunduğu zamana ait olmayan, bu yüzden bocalayan ruhu gibi boynu da bükülmüş kişilerle dolu değil mi etrafımız? Düşününce sen de bana hak vereceksin.

Bu kadar betimlemeyi yapabildiğime göre tahmin edersin ki –bir kitap olmama rağmen- benim kapağımda boylu boyunca kırmızı bir karanfil var. Kaç yüzyıldır hayattayım bilmiyorum, kaç zamandır taşıyorum kağıtlarımdaki bu yükü hiç bilmiyorum. Evet çiçeğimden tahmin ettiğin gibi bir aşk öyküsü yazıyor parşömenken işlenmiş yapraklarımda. Aşk gibi kırmızı karanfilim. Ve ben bir aşk öyküsü anlattığım için ilkin ızdırap çekmeliydim. Yaşamalıydım ne anlatıyorsam. O’nu görene kadar da kalbimin ne için acıyla dolup da taştığını bilmeyecektim.

Tüm bu belirsizlik içinde sayfalarım yazı yazılmaya uygun hale gelmeliydi evvela. Bunun için sıcak sularda kaynatılıp durdum. Yetmedi pürüzsüz olmam için kendimden ve gönlümden katlarca ağır metaller bırakıldı üzerime. Neredeydim ben diyordum ve neden çekiyorum bu yadsınamaz sancıyı? Bu halde birkaç gün mü, haftalar mı yoksa aylar mı geçti anlayamadım. Belki de bir saatti. Ama ruhuma yüzyıllar gibi gelmişti. Kaba saba, göbekli o adam beni götürmek için içeri girdiğinde tamam dedim doldu çilem her şeyin yeni başladığını nereden bilebilirdim ki?

Tahtadan bir taşıtın üzerine ve güneşin tam alnına yerleştirilip bineğe “deh” dediklerinde bunun uzun bir yolculuk olacağını bilmiyordum. Doğduğum topraklardan ayrılırken aklımda kuruyup düzlenmem için beni güneşin altında beklettikleri günler vardı. Yetmemiş demek ki şimdi de o anın benzerini yaşayarak yollar kat ettim. Araç durduğunda yolun bir kısmında uyuduğum için memnundum. Büyük bir gürültüydü beni uyandıran ve sanırım şehrin merkezindeydim. Toplanıp başka bir adama teslim edilmek üzere giderken sesler daha da arttı. Üzerim örtülü olduğu için hiçbir şey göremiyordum. Sesler boğuklaşınca aydınlandı ortalık, açıldı örtüm. Böylelikle emin oldum ki birkaç dirhem karşılığında bu kağıt dükkanına bırakılıp gidilecektim. Zaten yolda beni taşıyan kişilerin konuşmalarından da anlamıştım durumu.

Bu dükkanda geçirdiğim günlerde rüzgar ve gürültü en büyük iki düşmanım olmuştu. Sahibim dükkanın önüne yığıp beni gün boyunca durumumla hiç ilgilenmezdi. Haliyle esen rüzgarlar da beni alıp götürecek gibi hissettirirdi. Sahibim, şuurlu ve her şeyi hissedip işiten bir kağıt olduğumu bilemezdi elbette. Malum kalabalık ve işlek bir kapalı çarşıda bulunuyordum. El ayak çekilinceye kadar sesler de beni çok yoruyordu. Aynı günler gelip geçerken birden tüm boğuk ve kalın seslerin aksine zarif, kırılgan bir ses duydum. “Yeni kağıtlarınız geldi mi acaba?”

O nasıl bir andı öyle? Kendimi bildim bileli böyle hoş bir seda duymadım. Öyle bir andı ki o ses çarşının ve dahi kaç zamandır içinde bulunduğum dükkanın boğuk havasını göndermiş bahar havası doldurmuştu yerine. Ben öyle bir yüz öyle bir göz öyle bir ruh hiç görmemiştim şimdiye kadar. Öyle beyaz teni öyle ince beli vardı ki adını o zarafetinden ve kırılganlığından tahmin ederdiniz. Ama henüz öğrenmemiştim bende. Şoku atlatıp ne konuştuklarını dinlemek için hızla topladım kendimi. “Tazecik geldiler, buyrunuz buradalar.” Takvime bakamıyordum ama hatrı sayılır birkaç gün geçirdiğimi bilmesem burada az kalsın ben de inanacaktım sahibime. İnce örtüsünden artırdığı bir parçayı yüzünün yarısını su gözlerini açıkta bırakacak şekilde peçeleyen güzel, bu cevabın doğruluğuyla ilgilenmeyen telaşlı bir halde kağıtlarını alıp çıkmak ister gibiydi. “On adet alayım lütfen.” O an O’nunla gitmek için nelerimi vermezdim. Şansım olsa kalkıp koşacaktım O’na, kuvvetim olsa bağıracaktım “Beni al ey gözleri sonsuzluğa açılan nahif ses.” Sahibimin bana doğru yöneldiğini görmek kalbimi patlatacak gibi hissettirdi. Sanırım az evvel görüp tutulduğum güzelin oluyordum. O’nda öyle kuvvetli bir büyü bir bengi vardı ki acaba ölümüm mü yoksa hayatım mı onun elinden olacaktı?

İstediği kadar kağıdı alınca ücretini ödeyip telaşlı bakışlarla çarşıdaki insanların arasına karıştı hızlıca su güzelim. Hala onunla gittiğime inanamıyordum. Bir yandan sarıldığım gazeteden başımı çıkarıp güzel gözlerini tekrar görmek istiyordum bir yandan da umutla gideceğimiz yeri hayal ediyordum. Kimse tarafından tanınmamak için yüzünü peçesiyle iyice kapatınca bu gizemli kızın kağıtla ne işi olduğunu ve neden böyle telaşlı olduğunu anlamaya çalıştım. Uzun bir yolculuğun ardından nihayet oraya geldik. Taştan yapılmış gözlerden ırak tek odalı ufak bir evdi burası. Kilitli kapıyı açıp adım atar atmaz içerinin soğuk havası karanlığıyla birlikte çarpmıştı yüzümüze. İçinde benimde olduğum paketleri bir köşeye bırakıp birkaç eşyayı kontrolden sonra kapıyı kapatıp kilitleyip gitti. Şaşkınlığım giderek artıyordu. Bir süre geleceğini düşünüp bekledim ama o geceyi orada karanlıkta tek başıma geçirdim. Çarşıda geçirdiğimden daha kötü zamanlar mı bekliyordu beni yoksa? Orada ışık vardı yaşam vardı burada ölüm sessizliği. Ve bir de çarşıda beni alıp buraya kadar getiren su güzelinden habersizdim. E şimdi onu biliyordum. Nasıl onsuz yapabilirdim ki?

Bu boğuk düşünceler odanın havası gibi üzerime kasvetle çökmüşken dışardan ayak sesleri duydum. Bu düşüncelerden zayıflayan nabzımın yeniden hızla çarpmasıyla kilitli kapı açıldı. Ah ne çok özlemişim seni. Sadece saatler görmedim ama bana memleketimde işlevsel bir kağıt olmam için türlü işkencelerden geçirildiğim zamanlardan daha uzun gelmişti. Ama şu an yanımdaydı henüz adını dahi duymadığım sevgilim. Derken su güzelim tek odalı bu taş kulübeyi havalandırırken dışarıdan telaşlı ama bir o kadar neşeli bir sesle birinin “Narin” “Narinnn, bu sefer buldum nereye kaçtığını.” dediğini duydum. Demek Narin idi bakışıyla beni yakan bu zarif kızın adı. Söylemiştim ya duyunca şaşırmazdınız öyle hassastı, öyle telaşlanırdı bastığı yer incinecek diye. “Yine beni mi takip ettin sen abla?” dedi Narin hafif sitemkar bir sesle. “Benimle hiç konuşmuyorsun, sorunca söylemiyorsun ki ilk fırsatta evden çıkıp nereye gittiğini” “Tamam öğrenmiş oldun şimdi beni yalnız bırakır mısın?” dedi Narin sakince. “Tamam ama burada ne yapıyorsun tek başına?” “Hiiiç ” dedi başından savmak ister gibi. Ama ablası öğrenmeye kararlıydı anlaşılan bir yandan bende merak ediyordum. “Narin seni merak ediyorum ablacığım, epey sakinsin bu aralar senin için telaşlanıyorum. Gel oturup konuşalım ha?” derken ellerinden tutup oradaki eski püskü koltuğa oturtmak istedi Narinimi. Ama o direnerek “Biliyorsun yazmayı çok seviyorum bu ara dünya o kadar üzerime geliyor ki yalnız yazarak kaçabiliyorum ya da yüzleşiyorum bilmiyorum. Ablacığım eğer sende iyi olmamı istiyorsan ailemize bir bahane ile gelemeyeceğimi söylersin. Bu gece varlığımı unutana kadar yazmalıyım.” dedi. Ablası yapacak bir şeyin olmadığını görerek anlaşmaya sadık kalmaya karar verdi. Bense Narinimin gönül sıkıntısı için üzülmüştüm ama bu gece benimle kalacağı için bayağı mutluydum. Hem kim bilir belki de benimkinin O olduğu gibi Onun merhemi de benimdir. Aşk bu değil mi ki? Tüm yaraları unutturmak ya da tüm yaraların geçeceğine olan inancın artması. Hem de yalnız Onun sayesinde ve yalnızca Onun varlığıyla.

Narinnnn nerede saklıyorsun onu, merhemim nerede?

O gecenin kalbimde bir iz olarak kalacağını henüz bilmiyordum. Anlaşılmayı bekleyen narin bir hanımla –üstelik o benim Narinimdi- konuşmak yeni bir galaksi keşfetmek gibiydi. Demek yazıyordu Narin ve beni o kağıtçıdan iz bırakmak için almıştı. Hava karamaya başlarken masasının başına geçti su güzelim. Ona ‘su güzeli’ diyordum çünkü su gibi berrak, kirlenmez güzelliğe ve duru, dingin bir ruha sahipti. Ve dahi bu güzelliği görmenizi sağlayan şey ona yaklaşınca daha iyi gördüğüm su yeşili gözleriydi. Zamanın kasvetinden huzurlu bir dünyaya açılmanın ön koşuluydu onlar. Ben bir kağıtım yüzme bilmem ve su benim sonumu getirir Narin. Bakamıyorum gözlerine.

Hava iyice kararınca Narin daha iyi görebilmek için şömine alevinden aldığı ateşle gaz lambasını yaktı. Benim de en üstünde olduğum kağıt tomarını iyice yaklaştırdı kendine. Mürekkep, yazıcı, kağıt tamamdı hepsi ama hala kayıp eksik olan bir şeyler var gibiydi. “Ah bir çözülse dilimin bağı bir adım atsam susamayacağım, dert söyletecek beni” Her yazarın bir gidiş yolu vardır Narinim onca fikir sancısından sonra beni olduğum yerden alıp başlığımı atarak başladı yazmaya. “Belâ-i Aşk

Zarif güzelimin kalbi öyle yanıyor olmalıydı ki başlığı atar atmaz yaşlar süzülmeye başladı gözlerinden. Ateşi bana da tesir etti elbette yazıcının bağrıma çizgi çizgi kazıdığı aşkın acısını duyuyordum şimdi. Ey zarif sevgilim konu aşk olunca eğilirim, diz çökerim divit görünümlü hançerinin önünde. Mürekkebi tenimden çok ruhuma işler yazılarının. Ah şair sevgilim benim. Ne çok hüzün, teslimiyet ve çılgınlık akıyor kaleminden. Yazdıkça anladım ki sevdiği olmayan bir aşıktı o. Hissetmeye aşıktı. Yazmaya aşıktı. Kalp zarifliğine hayrandı. Aşkın bir efsunu olduğu gibi Onun için aşığın da gizemli olması esastı. Hatta O, Narin olarak bilinmemek için ‘Nazenin’ mahlasıyla yazıyordu yazılarını. Kimsenin de Nazeninin kim olduğuna dair bir fikri yoktu ama o tüm benliğiyle ortadaydı işte.

Narin yazmaya devam ederken hissetmekten yorulan kalbini okuyordum yüzünden, yetersiz ışıktan ve saatlerce açık kalmaktan acıyan su gözlerini. Sevgilimi tüm gece seyr eylemiş olmak muhteşem bir huzura erdirdi beni. Bu anın zirvesi şüphesiz Narinimin ellerinin arasına alarak beni dudaklarına götürdüğüdür. Sanki gönlünden dökülen kelimeleri yine gönlüne bastırmak ister gibi göğsüne indirdi beni sonra. Gözlerimiz kapalı bir süre öylece kaldık. Huzurun kalbindeydim. Ama öyle ki ne kadar mutlu olsam da vakit geçtikçe ayrılığın yaklaştığını hissediyordum. Aşk zaten huzurun içinde illa kaygı da bulundurur. Beni tesiri altına alan bu gece ve sen. Unutamayacağım hoş kokunu, parıldayan gözlerini, ruhunu kağıda döktüğün kibar parmaklarını. Sevgilim tutuldum sana. Artık yanındayken bile özlerim seni. Doyamadan sevdiğime sabahın ilk ışıklarıyla son cümlesini de yazdı nadide eserinin.

Ey kalbimi zarafetiyle ikiye yaran güzel o gönlüme konulmuş ne güzel noktadır.

“Bu dem bela ile harman imiş aşk.

Tüm afetlerin evveli imiş aşk.”

Takdir edersiniz ki ulaşabilecek en üst seviyeye ulaşan her şey yavaştan azalmaya başlar. Nazenin sevgilime en yakın olduğum o geceden sonra giderek ondan uzaklaşacağımı öğrenmem için kapıya kadar çıkmamız yeterliymiş. Narin sabah olunca geç kalmadan eşyalarını toparlayıp eve dönmek istemişti. Henüz bir kitaba benzemeyen beni de aldı bohçasına. Sayfalarımı sırasıyla koymuş ama onları dikme ve ciltleme işini ehline bırakmak istemişti. En başta da kapağıma yapıştırılmak için hazır bekleyen evvelden ebrudan yapmış olduğu boynu bükük bir karanfil duruyordu. Gözlerden ırak kulübesinden eve gitmek için ormanda adımlamaya başladı. Derken içini bir huzursuzluk kapladı. Etraftan yüksek kaba saba adam sesleri duyuyordu. Bana sıkıca sarıldığını hissettim. Ah sevgilim nasıl koruyacağım seni? Adamlar Narinin karşısına çıktığında daha da yoğun hissettim bu utanç dolu duyguyu. “Ne o karnımı doyuracak bir orman kuşu mu görüyorum yoksa buralarda?” dedi kaba sesin sahibi. Narin kafasını kaldıramaz olmuştu ne taraftan gitmeyi denese önünü kesiyordu. Bir yardım diyordum Ya Rabbi, ben yapamıyorum sen gönder nazlı kuşumu koruması için birilerini. Narin koşmaya başlayınca kolundan tutup yere savurdu su güzelimi. İşte orada ayrıldık. Sımsıkı tuttuğu bohçasının içinde ben bir tarafa O bir tarafa düşmüştü. Narinimin kalbi bir kuş gibi çırpınırken adı yankılanmaya başladı gök kubbede. “Narinnn, Narinn geldim ablacığım” Uzun süredir gelmeyen kardeşini merak etmiş olmalı ki ablası oturdukları konağın korumalarını da alıp koşturarak gelmişti. Seslerden tedirgin olan kaba adam bohçayı kaptığı gibi kaçmaya başladı. O an Narinin o zarif sesiyle avazı çıktığı kadar “Hayıııııır” diye bağırdığını duydum. Kalkıp peşimden gelmeye çalıştıysa da ablası tutuverdi onu. Korumalar da kaba adamın kovaladılar. Ama tutamadılar. Kaba adam koşarken ayağı takılıp düşsün diye o kadar dua ettim ki. Bu adımlar bu koşu beni Narinimden bir daha buluşmamak üzere ayırıyordu çünkü.

Nârin.. Adını söyleyip çekilsem kenara şu hayat denen maratondan yeridir. Adını bilip demesem kâfîdir. Senden ayrılmayı ben istemedim, hatta en son isteyeceği şeydi varlığımın. Ama oldu işte. Şimdi olanca tınısıyla kulağımda o ses, yüz yüzeyim işte saklambaç oynadığım gerçeklerle. Bir gün ellerinden uzakta kalacağımı düşünmek istemesem de oldu işte. Artık kaba eller saracak sayfalarımı. Onlar dokundukça senin özlemin dolacak yüreğime. Nârinim, bu nasıl yürek yangınıdır bir bilsen. Bir bilsen ne kadar özlüyorum seni. Âh bilsen ölümün pahasına korurdun beni.

“Ben yaralıyım. Bir yürek yangınıdır yazdıklarım.” diyordun masa başında sabahladığın o güzel gecede. Ne zaman ki ayrıldık bende de hasıl oldu o yara. Benim yürek yangınım hanidir Nârin? Yazamıyorum diye gösteremiyor muyum yaramı. Sanmıyorum çünkü beni kim alırsa kucağına, gözleri dolar sayfalarım arasında gezinirken. Onlar seni bilmezler ama onlarında yüreğinde yatan bir Nârin vardır elbet.

Narinn gel kurtar beni bu adamın elinden. Sevgilim sensiz nasıl yaşayacağım?

Havasızlık ve kurşun gibi ağır bir ağrıdan baygın kalmışım bir süre, uyanınca anladım. Uyandığımda yaşananlar tekrar bir film gibi geçti gözümün önünden. Tekrar aynı acıyla sarsıldım. Etrafıma baktığımda taş bir handa Kaba Ömür denilen o adamın yanında olduğumu anladım. Onu görünce tüm acım tetikleniyordu. Ah Narinim o ne yapıyor acaba şu anda? Zarar göreceği korkusuyla zorla eve götürülmüştür kesin. Kaç defa da evden kaçıp beni kaybettiği yeri aramaya yeniden bulmak umuduyla gelmiştir. Seni bir daha görememek dağlıyor şu kalbimi su güzelim.

Kaba Ömür sokaklarda yaşamaya çalışan kalenderi bir sufi imiş. Kaç aydır açlık ve sefaletle baş etmeye çalışıp sabrının son noktasında da Narinimi görmüş. Aslında tek isteği bohçasında olan biraz yemek birkaç dirhemden istemekmiş. Ama sarpa saran işler durumu bu raddeye getirmiş. Bu sözler kaç gündür sufinin namazlarından sonra ettiği artık benim bile ezberlediğim dualardı. Umarım Allah onu affeder çünkü ben kalbimdeki bu karanlık ve eksik tarafın onun sayesinde olmasını hiç unutamayacağım. Aylar yıllar geçmesine rağmen Kaba Ömür yaptığı bu hatayı bende Narinimi unutamamıştım. Nice yollar nice şehirler geçmiştik birlikte ama acımız o yerde kenetlenip kalmıştı. İkimizin de bir kavuşmaya ihtiyacı vardı. Derken yolumuz bir Mevlevi tekkesine rastladı. Kaba Ömür bu geceyi dışarıda karların arasında kalmaktansa burada geçirmek istiyordu ama içeri nasıl gireceğini, girince nasıl çıkacağını bilmiyordu. Bastıran rüzgar başka bir seçenek olmadığını gösterince kapıyı çalıp içeri alındık. Tevazu ve konuşmalarından şeyh olduğunu anladığım Aktan Dede’nin yanına getirdiler bizi. “Evvel hoş geldiniz divanımıza ba’del bize ne getirdiniz? ” Kaba Ömür çok utandı yanında ona verecek bir şeyi yoktu zaten burada kalmak için de yalnız mürid olmak gerektiğini biliyordu. Sonrasında ağzından dökülen kelimelere kendi de hayret etmişti: “Evvel pek hoş bulduk ba’del yanımızda sizin için nefsimizden başka getirdiğimiz bir şey yoktur.” Cevaptan mutmain olan Aktan Dede “Bohçanızda ne vardır o halde?” diye sorunca karşılığını “Bir meçhul tarafından yazılmış birkaç sahife ve bulduğumda su içebilmem için bir küçük tas.” olarak aldı. Kaba Ömür sadece ısınmak için girdiği bu tekkede kendini bulacağını bilmeden nefis terbiyesi için elinde olan bir kitap demeye bin şahitlik isteyen sayfaları ve bir küçük tasını oracığa bırakıp şeyhi demeden çileye girmek istedi. Aktan Dede gözü önünde saniyeler içinde başkalaşan bu adamı bu yolda elbet yalnız bırakmayacaktı. Kaba Ömür odadan çıktığında şeyh ile baş başa kaldık. Yanıma gelip beni ellerine aldı. İncelemeye başladı ve adını hiç duymadığı bir yazarın başka kimsede olmayan belki de tek eserini elinde tuttuğunun farkındaydı. O geceyi Kaba Ömür çilesinde doldururken Aktan Dede de beni okumaya koyuldu. Aşina olduğu bir duyguydu aşk. Hakiki olanını bulmadan evvel kendinin de böyle debelenip durduğunu hatırladı. Sonrasında bu meçhul Nazenin için dualar etti. Narinimin adı geçince ah içim cız etti. Kaç yıl oldu bilmiyorum onsuz kalalı. Kaç yüzyıl daha geçecek onu hiç bilmiyorum..

Kitaplara ehemmiyet veren bir şeyhti Aktan Dede. Henüz kitap olamayan beni bile düşünüp üzerimdeki karanfille ciltletip diktirmeye götürdü sonraki gün beni. Bir gecemi de Narinsiz ve bol işkenceli geçirdim. Tıpkı onu bulmadan yetkin bir kağıt olmak için geçirdiğim işkenceli  zamanlar gibi. O zaman Narinimden haberdar değildim, şimdi de Narinimden haberim yok. Keyfi nasıldır, arkamdan çok ağladı mı yoksa unutmadan tekrar yazmak üzere başka bir sahifenin başına mı geçiverdi. Bilmiyorum ama benim onu aradığım kadar onun da beni aradığına eminim. Tüm bu düşüncelerden derime batırılan iğne ile uyandım. Acı çığlıklarımı kimse duymadı. Sayfalarım birbirine eklenene bir kitaba benzetene kadar diktiler beni. İşlem bittiğinde halim kalmamış ama yansımamı bir aynada gördüğümde dedim işte Nazenin işte uğruna uykularını kaçıran eserin. Narin duymadı beni ama işte karanfili orada duruyordu. Üstelik mahlası da tam olarak beni öptüğü yere yazılmıştı. Bu haliyle artık birlikte yaşayacaktık. Onsuz ama onunla birlikte olacaktım.

Aktan Dede gelip beni aldığında bıraktığı halden eser yoktu. Divanına varıp müridleriyle konuşmasına da bu itki ile başladı. “Aşk, aşka düştüğünde fark ettirmez nerede olduğunu insana. Kuru bir çölün ortasına düşmüş debelenen biri gibi görünür zahirde. Batında o kahrın bile tatlı geldiği bir gül bahçesine girmiştir. Sadece beşeriyete olan yoğun ilginin görevinin kasvet ve hissizlikten taşlaşmış kalınca bir kalbi yumuşatmak olduğunu bilmez başlarda. Aşılması gereken bir merhaleye ulaşılması gereken yer olarak bakar insanoğlu. Bundandır kişi yalnızca bir mahcemale bakmak için aşık oluverir. Oysa Leyla’dan geçemeyen nasıl Mevla’ya varacaktır? Bunu anlayınca aşk nasıl yalnızca mahcemale duyulan sevgi olsun, nasıl görünmesin aleme her bakışta yahut bakmayışta bile? Aşk o ki bu kitabın son dizesinde geçen ‘bela’ gibi görünür ‘afet’ kelimesiyle anlam kazanır ve biter. Sahi aşk biten bir şey midir yoksa çoğalan mı O’na yaklaştıkça..?”

Narinimin yokluğuna bir süre Aktan Dede’nin gönlünün sıcaklığına sığındım. Aşktan anlayan ve aşktan konuşan nadir insanlardandı. Bir süre sonra dünya üzerinde her şeyin yiteceği gibi o da yitti. Ondan sonra bir süre tekkede kalıp başka kişilerin ellerinde savrulup durdum. Gittiğim her yere Narinimin hikayesini de götürdüm. Yalnız onu değil. Aşkı götürdüm. Gerçeği anlattım. Aşk yok olmaktır tezimi yalnız yazılarımla değil yüzyıllar üzerimden geçerken buruşan ve kırışan sahifelerimle de anlattım.

Âh bilmiyorum Nârin, bilmiyorum biri çıkıp beni parçalayana kadar nasıl dayanacağım bu ağırlığa. Parçalamak diyorum, benim ölümüm o çünkü. Bir çocuğun eline geçip fütursuzca lime lime edilmeliyim. Kendi elimle ölümü beceremiyorum. Yürüyemiyor, hareket edemiyorum. Ne yapsam seni geri getiremiyor bende sana gelemiyorum. Ama seni nasıl seviyorum.. Bu sevgi kalbimdeyken hiç olmamış gibi davranamıyorum. Sensiz boşa geçmiş telafisi olmayan bu ömrü daha fazla yaşamak istemiyorum ama seni nasıl seviyorum.

“Aşk imiş her ne var alemde…” Gerçekten de öyleymiş. Aşk çekilince sofradan ne tuzu varmış yemeğin ne de özü. Aşk ile yeşerirken cümle alem, o yok iken kuru bir daldan farksız hatta yok imiş. Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde dediği yazarın, yaşam bir suç oluverirmiş. Ölüm; kurtuluş, kavuşma ve dahi vuslat. Yaşamın belli belirsiz ve kendinden çok maşuka adanmış ve kendinden çok O’ndan bahsederek geçmesinin sebebi de yine o oluvermiş:

“Halbuki aşk başka ne olsundu hayatın mazereti.”

Esra KORKMAZ

all author posts

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are makes.