Tasavvuf Ve Edebiyat

Tasavvuf Ve Edebiyat

İlk örnekleri 8. yy`da ortaya çıkan, 9. yy`ın sonlarına doğru da kurumsallaşıp formunu kazanmaya başlayan ve 12. yüzyılın sonlarından itibaren geniş kitleler üzerinde kendini
hissettiren  tasavvuf, birçok sufi ve düşünür tarafından çeşitli şekillerde tanımlanmış, lüzumu ve gayesi ele alınmış, günümüze kadar da yol ve yöntemleri üzerinde tartışılmış bir dini disiplindir. Kimileri tasavvufu insanın dünya ile ilişkilerini koparan, sosyal hayattan soyutlayan mistik bir yalnızlık olarak görürken, içine girip yaşayarak tadanlar, insanı Kur’an ve Sünnet dairesinde terbiye eden ve ilahî edeple süsleyen bir okul olarak tanıtıyorlar. Hakikati, yolunca gidene ve bilene mi, hiç tatmadığı şeyi inkâr edene mi sormak gerek? Yangını en güzel anlamak için şem’e kanat çırpan pervaneye kulak vermek, en doğrusu olsa gerek.

Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî, tasavvufu: “Tasavvuf ne şekil, ne de bir ilimdir; o sadece güzel ahlâktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı mücâhede ile, ilim olsaydı öğrenmekle tahsîl edilirdi. Bu sebeple sırf şekil ve ilim, maksada ulaştıramaz. Tasavvuf, Hakk’ın ahlâkına bürünmektir.”şeklinde tanımlayarak tasavvufun ahlakla olan sıkı ilişkisine dikkat çekmektedir. Yine aynı şekilde Ebû Muhammed Cerîrî de : “Tasavvuf, güzel ahlâkı benimsemek ve kötü ahlâktan sıyrılmaktır.”buyurarak tasavvufla ahlakın iç içeliğini ortaya koymuştur. Hala sıklıkla dile getirdiğimiz ve evvelce tekke ve dergahların vazgeçilmez ikazının “Edeb ya hu” oluşu, ahlakın tasavvufla olan ilişkisinin önemini fazlasıyla ortaya koymaktadır. Bizler için en güzel bir örnek teşkil eden Hz. Muhammed’in ahlakı Kuran ahlakı olduğuna göre tasavvufa Kur’anla  yaşamak, daha doğrusu Kur’anı yaşamaktır dersek çok da yanılmış olmayız.

Tasavvuf diğer bir yönden de ihlas ve Allaha karşı samimiyettir. Nefsi terbiye etmek, kalbi masivadan arındırmaktır. Cüneyd-i Bağdadi nin dediği gibi; Tasavvuf başka şeylere bağlanmaksızın Allah’la beraber olmaktır. Diğer taraftan Cüneyd-i Bağdadinin “Tasavvuf, Hakkın  seni sende öldürüp kendisiyle diriltmesidir” demesi de tasavvufun nefis ve benlik tezkiyesi olduğunu, onu bir kalp tasfiyesi olarak algılamak gerektiğini ortaya koymaktadır. Örneğin Şuara Suresi 88-89. ayetlerde buyurulan “O gün ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh’a tertemiz bir kalb ile gelenler hariç.” ayeti de buna işaret etmektedir kanaatindeyiz.

Tasavvuf yeri gelmiş zikr, yeri gelmiş sabır veya hakka boyun eğmek, her şeyde Allah’ı görmek, sünneti terk etmemek şeklinde ifade bulmuştur. Bu çeşitli târiflerin ortak yönleri itibâriyle tasavvuf; müminlerin iç âlemini düzelterek onları mânen kemale ulaştıran, kulu Hakk’a yaklaştıran ve bu sûretle de mârifetullâh’a yani Allah’ı Kur’anın bildirdiği gibi tanıma, sıfatlarını, isimlerini ve bunların sonsuz kemalde olduğunu bilme, İlâhî hakikatlere vakıf olma mertebesine ulaştıran bir ilimdir, diyebiliriz.

Yapılan onca tanımın hepsi de bizi aynı noktaya sürükler. Hakikatin tam merkezine. Bu cevhere ermek bir yana bu yolculuğa çıkmak bile büyük bedeller ister. Cebrail (as.) Miraçta Sidretül müntehayı geçtiği takdirde yanacağını söyleyip Kutlu Nebiyi yolculuğunda yalnız bırakmıştı. Bu yakıcı bir yolculuktu. Menzile ulaşmak için yanmayı göze almak, pervane olmak gerekti elbet. Ateşe yürümek ise ancak aşk ile…

Aşk sözcük olarak kökeni itibariyle sıkıca sarılmak, sarmalamak, sarmaşık gibi anlamlara gelir. Sarmaşık sardığı şeyi zamanla yutar ve nihayetinde onu yok eder, ondan eser kalmaz geriye. Bu sebeple aşık olan aklını sevdiğinde yitirdiğini iddia eder çoğu zaman. Tasavvuf da bu hal üzere olunacaksa doğal olarak en çok sevilmesi gereken için olunmasını söyler. Buna göre Allah aşkı mümini öyle bir sarıp sarmalar ki benlikten, nefisten geriye eser kalmaz. O kulun tüm hücrelerinde Allah vardır artık. “Ete kemiğe büründü/Yunus diye göründü” dizelerinin ne demek olduğunu o zaman anlarız. Tam da böyleyken denmemiş miydi “Enel Hakk”? Bu hal anlatılamazdı, ama bu zevkten de müminler mahrum bırakılmamalıydı. Bu yolculuk anlatılmalıydı bir şekilde. Ama en güzel şekilde anlatılmalıydı. Hoca Ahmed Yesevî, Hacı Bayram-ı Velî, Eşrefoğlu Rûmî, Feridüddin Attar, Mevlana, Yunus Emre, Gülşeni, Şeyh Galip ve daha niceleri eşsiz ve kıymetli eserlerle Divan-ı Hikmet ile, Mantıkut Tayr ile, Hüsn-ü Aşk ile, Mesnevi ile Makalat ile bizlere de bu yolculuğu anlattılar. Bu kıymetli hazine alelade anlatılamazdı. Duygu ve düşünceleri estetik bir şekilde anlatmak gerekiyordu. Artık edebiyat, çok zengin bir dünyayı kelimelerin elverdiği imkan çerçevesinde ele almış oluyordu. Edip olmak tam da böyle bir alanı dillendirirken gerçek anlamda ifadesini bulmuş oluyordu.

Musiki, mimari, hüsn-ü hat gibi güzel sanatlarda kendisini gösteren tasavvuf, en etkili şeklini edebiyatta bulmuştur. Manevi duygular güzel satırlara, mısralara dönüştü. Kelam oldu bir başka gönle düştü. Tasavvufun deruniliği ve zenginliği edebiyata da aynı oranda bir zenginlik kattı. Nitekim, edebiyat târihçisi Nihad Sâmi Banarlı da;“Türk edebiyatını vücûda getiren, geliştiren ve olgunlaştıran tasavvuftur.” sözüyle bu hakîkati ifade etmiştir. Şiir ve edebiyat zevkinin geniş halk kitlelerine ulaşmasında böyle bir muhtevâdan beslenmekte olmasının da büyük bir tesiri vardır. Mecnundan füzun âşıklık istidadı olmayandan su kasidesi sudur edebilir miydi hiç?

Aşk bazen sade bir dille yazıldı, lirizmin çağlayanlar gibi coşkun suretine girdi ve Yunus olarak göründü bize. Türlü imgelerle anlatıldı aşkın halleri. Aşka gelip tevhidler, münacatlar, naatlar yazıldı. Nefesler, ilahiler söylendi. Şiir aşkın ilk hecesi, şair onun kekemesi olsa gerektir ki bu gönül ehli edipler nesir yerine ekseriyetle manzumu seçti. Dini tasavvufi düşünceyi yaymak düşüncesi anlaşılır, sade ve etkileyici bir dille edebiyatta yerini buldu. Tekke edebiyatı dediğimiz bu tür, insan-ı kamil olmayı, la mevcude illa lillah seviyesinde tevhidi anlayabilmeyi, Fenafillaha ulaşmayı en etkili ve samimi bir şekilde bizlere resmetmiştir.

Yüzyıllardır bu topraklarda İslam’ın sancaktarlığını yapan bu milletin kaleminden Allah aşkının damlamasından daha doğal ne olabilirdi ki? Gönlündeki tahta Çalabı oturtan anlayış elbette ki edebiyatının önemli bir kısmında bundan bahsedecektir. Halkın maneviyatının takviye edilmesinde, gaflet ve günahla yıpranan kalplerin tamirinde, sevginin ve hoşgörünün tesisinde tasavvufun ve buna bağlı gelişme gösteren edebiyatın etkisi ve önemi göz ardı edilemez.  “Kalpler ancak Allah’ı zikirle tatmin olur” ayetinden bihaber yaşayan insanlık için tatmin olmuş gönüllerden işitecekleri her bir sözün çok ehemmiyeti vardır. Bugün tekke edebiyatı formunda olmasa dahi hikâyelerimizde, romanlarımızda, şiirlerimizde ilahi aşka yol vermeliyiz. Birbirimizi sevmenin kâmil iman olduğunu unutmamalı, bu dünyanın kimseye kalmayacağını, Yaratandan ötürü yaratılanı sevmeyi hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Selman YILDIRTAN

all author posts

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are makes.