Jürgen Habermas’ın kaleme aldığı “The Future of Human Nature” adlı eserinde, Batı toplumlarının gereğinden fazla sekülerleşmiş olduğu eleştirisini yapmıştır. Bu nedenden dolayı Batı’nın, gereksiz bir nihilizme sürüklendiğini söylemektedir. Hatta bu tespitini bir itiraf olarak nitelendirmektedir. Batı’nın öncülüğünü yaptığı “sekülerizm”, yalnızca toplumlarda manevi bir kriz yaratmakla kalmamış, aynı zamanda fundamentalist bir anlayışın doğmasına ve o şekilde hareket etmesine neden olmuştur. Seküler anlayışlar, bilginin mutlakıyeti inancıyla hareket etmektedir. Pozitivizm modelinin bir tezahürü niteliğindeki bu hareketler, aslı itibariyle muhalifi oldukları seküler modernizmi kısır döngüyle yeniden ortaya çıkarmaktadırlar.
Habermas, radikal sekülerizm anlayışlarının Batı tasavvurunu da negatif bir şekilde etkilediği görüşündedir. Ona göre; Batılılar başka kültürlere, “rakip bir dinin Haçlı neferleri” olarak algılanmayacakları bir imaj sunmalıdır. Habermas, bu durumu ortadan kaldırılmasının “yıkıcı olmayan bir sekülerleşme” olduğunu söylemektedir.
Alman filozof Nietzsche’nin “Tanrı öldü” iddiası Batı toplumları için doğruluk payı vardır. Ancak o hükmün diğer toplumlar için doğru olduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim sekülerizm, Batı’nın din olgusuna karşı vermiş olduğu mücadeleye diğer toplumların da aynı hassasiyet ve bakış açısıyla müdahil olduğu inancı, kanıtlayıcı nitelikte değildir. Bugün geldiğimiz noktada ise dünyanın kutsal manasına inovatif bir bakış gereksinimin olduğu aşikardır. Peter Berger’in öne attığı “The Desecularization of the World” (dünyanın sekülerleşmeden kurtarılması) kavramı doktrin niteliğinde olup, yeni dünya düzeninde vücut bulan bir kavramdır ve giderek yaygınlaşmaktadır. Öte yandan ülkemiz özelinde Berger’in ifadesinin ne denli karşılık gördüğü de tartışma konusudur.
Türkiye’deki Köhne Anlayış: Sekülerizm
Ülkemizde Cumhuriyet itibariyle her dönemin meselesi olan, laiklik tartışmalarında aslı itibariyle göz ardı edilen önemli bir husus vardır. Türkiye’de laiklik hiçbir zaman etimolojik anlamına karşılık gelmemiştir. Türkiye’de laiklik, en geniş manasıyla bir gelenek-modernleşme çatışmasından ibarettir. Diğer bir anlamda ise profan ile Nietzsche’nin “Tanrı öldü” iddiasının vücut bulduğu din dışı çağdaşlaşmayı öngören bir anti- diyalektik anlayıştır. En geniş çerçevede mutlak bir gelenek kavramıyla dogmatik bir modernleşme kavramı arasında yaşanan bir gerilimdir. İşte tam olarak bu düşünce altyapısı Türkiye’de lailiğin, ideolojik ve de dogmatik bir niteliğinin olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir. Türkiye’de laikliği savunanların kahir ekseriyeti, bu ilkeyi dinin devletin merkeziyetçi müdahalelerinden korunacağı anlamı dışında modernliğe aykırı bulmaktadırlar.
Türk laikçiliği ile 19. yüzyılı modernleşme zihniyetinin ortaya attığı din anlayışı parelellik göstermektedir. Ortaçağ karanlığından çıktığına inanan Aydınlanma düşünürleri, din mitini ortadan kaldırmalı ve bir şekilde bertaraf etmek zorundaydılar. Bilim, felsefe, edebiyat, sanat, mimari, siyaset alanında gerçekleşen reformların önündeki en büyük engel kuşkusuz Kiliselerdi. Hıristiyanlığı “kısmi reform” ile tashih etmek yeterli görülmedi; nitekim Prometheus’nin modern torunları kendilerine hiçbir rakip tanımamaktaydılar. Batı entelijansiyasının Hristiyanlık dinin dışında başka bir dini kabul etmemiş olması kabul edilebilir bir durumdur. Ancak Avrupa özelinde yaşanan bu din hususundaki tecrübeyi genelleştirip diğer tüm din ve gelenekleri teşmil etmek, laikçi aydınların temel hatasıdır. Avrupa’da laikliği benimseyenlerin karşısında ki en somut rakip şüphesiz Kilise idi. Yani papasından kardinaline, papazından vaizine kurumsallaşmış dini temsil eden bir otorite.
Türkiye’de ise din ve dinî otorite, toplumla içkin bir durumdur. Dinen doğru ve meşru kabul edilen ilkeler şüphesiz temel metinlerde ortaya konmuş ve ulema tarafından geliştirilmiştir. Fakat ortodoksi aynı zamanda toplumun, bireylerin yaşadığı ve yaşattığı bir şeydir. İslam’da ‘ortodoksi’ sadece fakihlerin değil toplumun tüm kesimlerinin katıldığı ve şekillendirdiği bir birikimdir. O yüzden Türkiye’de laiklik adına kurumsallaşmış dine karşı mücadele etmek, doğrudan toplumu hedef almaktır. Zira Avrupa’daki Kilise’nin yerini bizde halk almıştır. Laikçilik, Türkiye’de bir nevi halk-karşıtlığına dönüşmüştür. Halkın inanç ve adetleri, ötekiden ziyade bir parazit olarak görülmektedir. Laikçi modernleşme bu parazitleri ortadan kaldırmak için vardır. Araçları da bellidir ki o da devlet eliyle endoktrinasyon’dur. Bu süreç zecrî şekilde olmak zorundadır; nitekim insanlar ve toplumlar doğal hallerine bırakıldıklarında dinî duygu ve değerlerinden kopmaları mümkün değildir. Bu durum Nietzsche’nin “Tanrı öldü” iddiasının, tek boyutlu olduğunu en önemli göstergelerindendir. Bu dinî duygu ve değerler; İstanbullu bir Müslüman için namaz kılmak, Los Angeleslı bir hippi için yoga yapmak, Tel Avivli bir Yahudi için ağlama duvarına gitmek yahut agnostik bir Amerikalı için Da Vinci Şifresi’ni okuyup Hıristiyanlık tarihi hakkında tefekkür etmek şeklinde tezahür edebilir.
Toplumlarının gündelik hayatlarında süregelen dini duygu ve inançların devlet eliyle değiştirilmesi, ‘modernleşme’nin zecrî bir şekilde işlenmesinin hem gerekliliğidir hem de sonucudur.
Ülkemiz özelinde bu durumun en bariz şekilde tezahürü, ‘çevre’ olarak nitelendirilen gelenekçi anlayışın, ‘merkez’ olarak nitelendirilen elitist ve batıcı anlayış şeklinde ayrıştırılmasıdır. Merkezi konumda bulunan siyasi elitler, toplumun geniş salt çoğunluğunu ‘öteki’ olarak değerlendirip, ‘çevre’ olarak nitelendirmektedir. Ve de ‘çevre’nin daima, ‘merkez’den uzak olması gerekliliği düşüncesindedirler. En bariz örnek olarak ise 1950’li yıllarda, Ankara/Kızılay’da elbise ve ayakkabılı insanlar bulunurken, bir-iki kilometre uzakta bulunan Ulus’ta insanların çarıkla ve sarıkla dolaşmasıdır. Bu durum taşralı (çevre) kimliğinde ki birinin, modernist şehirli (merkez) biriyle aynı haklara sahip olduğu iddiasında bulunması dahi düşünülemez.
Ortaya atılan “medeniyetleştirme projesi” ile Nietzsche’nin “Tanrı öldü” iddiası neticesinde boşalan din olgusu yerine “medeniyetçi Türkçülük” anlayışının ikame ettirilme süreci, 19’uncu yılların temel gündemi idi. Modernite’nin bariz en önemli özelliği, hümanizmdir. Nitekim dini aşacak ve seküler bir hümanizm, toplumun huzur ve refahını arttıracağı inancındaydılar. Seküler anlayışın hâkim olması içinse gerekli olan tüm kültürel inanç ve dinamiklerin tarumar edilmesi kaçınılmazdı. Nitekim bu durumda, ahlak dahil temel evrensel insani gereklilikler ve kavramlar sekülerleştirilmesi de kaçınılmaz bir durum olmuştur. Ancak seküler bir insan için verilen bunca çaba, her revizesinde başarısız kalmıştır. Bursa’da bulunan Amerikan Mektebi’ndeki üç Türk kızının Hristiyan olduğu haberi, en bariz somut örnektir. Fuat Köprülü bu durumu, “Hristiyanlaşma hadisesi bir kültür buhranıdır.” Şeklinde durumu açıklayıcı nitelikte bir söz söylemiştir.
Sonuç
Sekülerizm, tümü itibariyle de bir başka ifadeyle “Tanrıyı, saha dışına atmak”tır. Bu minvalde ülkemiz özelinde gerçekeleşen toplumsal kutuplaşmanın mihenk taşları arasında, yazının başında değindiğimiz üzere gelenek-modernleşme çatışması mevcuttur. Geçmiş, inanç ve değerleri kötüleyerek ve bugünün çamaşırlarını dünün güneşiyle kurutmaya çalışmak, başlı başına ülkemiz özelinde bir tehdittir. Kadim kültür ve geleneklerimizden hareketle, günümüzü anlayıp geleceğe yürümeliyiz. İnanç bütünlüğümüz çağ dışı olmamakla beraber, çağlar üstü bir anlam bütünlüğüne ve muhtevasına sahiptir.
Not: Bu yazı, akademik bilgiye giriş düzeyinde, analiz formatında kaleme alınmış özet bir metindir.
İletişim: hasanfarukoral.com